SİYAH KEDİ
Ben bir siyah kedi, hem de simsiyah. Bir tane bile tüy bulamazsınız başka renk, arasanız da her yerimi. Öyle siyahım ki bir kez görseniz beni, siyah sözcüğünü duyduğunuz her an, anımsadığınız ilk şey ben olurum belki de. Bir gün karıştırmaktaydım bir çöp kutusunu, bulmak için yiyecek bir şeyler. Yunus Emre Parkındaki bu çöp kutusu kağıt, karton, teneke, kola şişesi doluydu yiyecekten çok. Oysa ekmek gerekti bana, kağıt hışırtısı değil. Boşa kürek sallamanın kızgınlığıyla tam atlayacakken dışarıya, kulak kabarttım bir tartışmaya. Deşeleyip kağıtları, yerleştim çöp kutusunun tam dibine. Hiç kıpırtısız uzandım, dayadım kulaklarımı teneke kutunun en kenarına. Peki niçin mi meraklandım böyle? Bana mı ne insanların konuştuğu? Ben bir kedi değil miyim fare avlayıp yiyip içip gezinmesi gereken avare ve amaçsız? Ama ilgilendiriyordu bu konu beni. Bir kediyi insanların konuştuğu hangi konu ilgilendirir ki diyeceksiniz sanırım. Gitsin fare kovalasın kediler değil mi? Siz böcek denen cihazlarla dinlerken birbirinizin en büyük gizlerini, meraklanmışsam ben azıcık, çok görmeyin bu kadarını. Neyse size sataşmak için birazcık, atlamayayım dinlediğim konuyu. Siyah. Evet, konu siyah. Tüylerimin yani tutkuyla sevdiğim tek yerimin renginden konu açılınca huysuzluğum tuttu ve edep dışına çıktım. Adam diyordu ki diğerine, “Siyah yoktur.” “Niçin yoktur kardeşim rengi siyah değil mi şu giydiğim pantolonun?” “Hayır” diyordu diğeri “renk bir ışıktır, yoktur siyah diye ışık.” Şaşırdım iyice, korktum birden, acaba benim tüylerimde mi yok? Çıplak mıyım neyim? Diğer adam savunmada, “yahu beyaz niye var o zaman, karşıtı değil mi beyaz siyahın, her şey karşıtıyla vardır, öyleyse varsa beyaz, bu ispattır siyahın olduğuna.” Derin bir oh çektim. Benden yanaydı bu adam. Diğerine kalsa sen de yoksun diyecekti bana az kalsın. Heyecanla dinlerken onları, rengim var mı, yok mu? Ben var mıyım yok muyum? Yaklaşmaktaydı ayak sesleri, kimdir nedir gelen derken bir tıpırdama oldu üstümde. Sindim iyice çöplerin en altına, almadım soluk bile. Güvenilmez ki insana. Görse beni, bir şişe vurur belki kafama. Uzaklaştı ayak sesleri, bir belayı savdık derken burnumun direği sızladı duman kokusundan. Isınmaya başladı sırtım. Korku içinde fırlattım kendimi dışarıya. Son sürat, belki iki yüz hızla koştum, koştum tırmandım köşedeki koca çınar ağacına. Öyle büyük ki bu ağaç, kendimi gökyüzüne kurulmuş bir ormanda hissettim birden. Abarttığımı düşünen varsa hani olur ya sanatta abartı, gidin bakın Yunus Emre Parkı’nın tam köşesindeki koca çınara. Altında durun, kafanızı kaldırıp bakın göğe, bir damla bile mavilik ilişirse gözünüze, gelin karşıma. Dalları öyle büyük, yaprakları öyle sıkı ki üzerine konan binlerce serçe bile göremiyor birbirini. Evet, serçeler… Bu kadar çok serçe aynı anda ötüşünce öyle gür sesli ve güzel bir müzik oluşuyor ki, caddedeki bütün araba seslerini bastırıyor ve cıvıltılara kaptırınca kendimi, dallar arsında sanki eriyorum Nirvana’ya. Uzakta yanmaktaydı az önce içinden dışarı fırlayıp canımı güçlükle kurtardığım çöp kutusu. Kırmızı turuncu sarı alevler sünmekteydi üstündeki akasya ağacının suyu çekilip sararmış sonbahar yapraklarına. Çevik davranıp hızlı kaçmasaydım, yanacaktı belki, öve öve bitiremediğim güzel simsiyah tüylerim. Mükemmel yaratılmış insan atmıştı çöpe sönmemiş sigarayı. Ne mükemmel amma… Biz kediler yaratıldık ki onlara hizmet edelim diye, bu her yere ateş atan, doğayı yani kendi öz evini kül eden ‘harika’ canlılara. Bilmem ki hiç utanır mı insan soyunun en gelişmiş son bireyleri, Yaratan’ın büyük ayrıcalığına verdiği “akıllı” karşılıklar için. Güzelim akasya ağacı yandı bu dikkatsiz adam yüzünden, sonuna tanık olamadım ben de, tutkuyla dinlediğim siyah var mı yok mu tartışmasının. Şimdi içimde bir ukde: siyah var mı yok mu?
---------------------------------------------------------------
GÜVERCİN AVI Güvercin avına çıktım bugün. İyiydi şansım. Etli bir güvercin yakaladım. Nasıl mı? Anlatayım. Gizlendim buğday pazarında park edilmiş bir kamyon tekerinin arkasına. Tüylerim siyah, lastik siyah… Durunca pusuda hiç kıpırtısız, sanki perde iniyordu gözlerine yemlenmek için inen güvercinlerin. Bir görmeliydiniz beni. Önce iyice yapıştırdım siyah asfalta gövdemi. Sonra arka ayaklarımın üzerine gerdim vücudumu. Ön ayaklarımı azıcık ileri uzattım başımın altından. Soluğum çok sessizdi. Beklemekteydim. Güvercinler inip kalkıyor, yiyorlardı yere dökülen buğday tanelerinden. Bir tanesini kestirdim gözüme. Yaklaşık iki metre uzaktaydı, dönmüştü bana sırtını, tırtıklamaktaydı yerleri. Hissettim en boşlukta anını onun. Gerildim bir yay gibi. Öyle bir hızlı atladım ki üstüne; görseydi ben Robin Hood bile, kıskanırdı, vay derdi: Benim oklarımdan bile hızlıymış bu siyah kedi. Doyurduktan sonra bir güzel karnımı, çekildim yine Yunus Emre’deki koca çınarın dalına. Güvenliği iyiydi oranın. Köpekler çıkamıyordu ağaca, taş atmıyordu çocuklar; çünkü görmüyorlardı beni dalların arasında.
Türkçe Elleri Üstünde mi Yürümekte?
Bir bank vardı üzerinde durduğum dalın altında. Oturmuş konuşmaktaydı iki kişi orada. Pür dikkat kesilmiştim yine. İlgimi çekmişti konu.
Diyordu ki biri öbürüne: “Elleri üstünde yürümekte Türkçe, ayakları üstünde yürürken diğer diller.” “Nasıl?” “Yüklemi sondadır Türkçenin, diğer dillerinse ortada ya da başta. Yüklem, eylem verir cümleye. Sorular, heyecanlar, meraklar uyandırır dinleyende ve okuyanda. Akıcılaşır her şey böylece. Yüklem sonda olunca, eylemi duyduğumuzda ya unutmuş oluruz cümlenin başını ya da geçmiş oluruz yeni bir cümleye. Araştırılmış bu konu: Öğrenmek %40 daha çok çaba gerektiriyormuş Türkçede. Ne zor değil mi Türkiye’de durumu öğrencilerin, öğretmenlerin ve tüm toplumun? Yetişmek için diğer toplumlara, hayat boyu fazla çalışacaklar %40 daha. Belki de bu yüzden geri kalıyoruz eğitimde. Yoksa çok çalışkan bizim öğrencilerimiz ve öğretmenlerimiz. Çok da uğraşmaktayız kitap okumak için. Ama yorucu olunca dil, yarım kalmakta çoğu zaman en heyecanlı kitaplar, dinletiler bile. Konuşursak, yazarsak yan cümleyle, bir bakmışsın ki yükselmiş kültür, eğitim düzeyimiz. Hem de yakınmayız o zaman öğrencilerimiz niye başarısız, eğitimde niye gerideyiz, kitap okuma oranımız niye düşük diye. Hem söyle bana; elleri üstünde yürüyen mi daha hızlı gider, ayakları üzerinde yürüyen mi?” Kuşkuluydu diğer adam. “Ama” diyordu “bozmak olmaz ki dilin düzenini. Her dilin kendine göre bir özelliği vardır. Kurallarıyla oynanır mı hiç dilin.” Yanıtladı diğeri “Fizik kuralları gibi değişmez değildir dil kuralları. Toplum kültürel evrim geçirdikçe ona uygun şekil alır diller.Değişen gelişen şartlara uyamazsan eğer, bir ayağını sürüyerek yürürsün daima.Geri kalırsın çağdaşlarından. Zaten başta Rumeli tarafı olmak üzere birçok yerde yan cümle çok kullanılır Türkçede." Ben bir kediyim sonuçta kardeşler. Ne güzel anlatıyordum size duyduklarımı gördüklerimi, içimden geldiği gibi. Şimdi bir düşüncedir aldı beni koca çınarın dalında: Bundan sonra size öykülerimi düz cümleyle mi anlatsam yan cümleyle mi?
-------------------------------------------------------
Uğursuzluk
Kenar mahallenin birinden geçiyordum. Ah ne güzel bu kenar mahalleler! Çoluk çocuk bir arada, dedikoducu teyzeler ellerinde çekirdek… Hiç gökdelenlerin yükseldiği beton yığınları arasında var mı böyle şeyler? İmkânı yok. Çocuklar top oynamaya kalksa, otoyola çıkmak zorunda kalırlar. Ne yazık onlara ki; gerçek futbol, gerçek saklambaç oynamak yerine evlerindeki dört köşe cihazlardan hareket dahi etmeden sahte sanal oyunlar oynuyorlar. Bu mahalledeki beraberlik, bu huzur nerede var başka?
Sokağın ortasından yürüyordum hiç çekinmeden. Pek sık araba gelip geçmezdi buralardan. Ve buradaki insanların öyle kedi köpeğe zararları da dokunmaz.
Aniden kuyruğuma hızlı bir şeyin dokunduğunu hissettim. Bir sinek olmalıydı. Ama büyük bir sinek. Ardından sırtıma da gelmez mi taş gibi bir şey? Öyle miyavlayıp zıpladım ki! Arkama baktığımda ne göreyim? Küçücük çocuklar, avuçlarına çakıl taşlarını doldurmuş üstüme doğru koşuyorlardı bağırarak:
“Pis uğursuz kedi!”
“Bakmadan atmaya çalışın ha, gözleriniz kör olurmuş…”
“Nerede olsa uğursuzluk getirir bu pis hayvan!”
“Annem dedi ki; kedinin siyahından korkun. Kara kedi görmek, bin musibet getirirmiş!”
“Git buradan, git lanet kedi!”
Haykırışları arasında çocukların, kurtulmaya çalışıyordum taşlardan zıplaya zıplaya. Öldürürdü bu çocuklar beni vallaha! Kediler 7 canlıdır derler ya, acaba ikinci bir can için yeniden doğar mıydım?
Sırtıma taşlar isabet etmeye devam ediyordu. İleri doğru koşuyordum artık. Zıplamak da çare değildi. Hepsi birden attığı için mutlaka isabet ediyordu. Vahşi türüm olan çitaya dönüşmüştüm sanki. Gözlerim fal taşı gibi açılmış, son gücümle kaçıyordum. Rengimden miydi bu vahşet? Neresi uğursuzluk getiriyordu ki tüylerimin kapkara olmasının? Şeytan mı kaçmıştı içine bu çocukların? Hiçbir şey düşünecek vaktim yoktu. Ayaklarım çalışmalıydı, aklım değil.
Bir araba gördüm ilerde. Park etmiş bir araba. Evet, bu kurtuluş arabam olabilirdi. Daha hızlı koşmaya başladım. Son bir taş geldi sırtıma canımı yakan ve geldim kırmızı arabanın yanına. Aceleyle girdim altına. Geçtim en ortasına. Belki böyle kurtulabilirdim. Nefes nefeseydim hala. Küçücük etmiştim kendimi, kıvırarak bedenimi. Görebiliyordum hızla yaklaşan ayaklarını çocukların. Umarım beni fark etmezlerdi.
“Nereye kayboldu?” dediğini duydum bir çocuğun. “Arabanın altına girdi!” diye haykırdı öteki. Sonra dört ayakları üstüne çömelmiş çocuklar arabanın çevresini sarıp, eğilerek bana bakmaya başladılar.
“Orada!” dedi biri. Elindeki taşı bana atmaya çalışıyordu. Arabanın altında bile mi! Neyse ki pek gelmiyordu taşlar bu kez. Çılgına dönmüşlerdi.
“Çabuk onu buradan çıkartıp, mahallemizden kovmamız gerekiyor!” dedi bir çocuk “yoksa belalar eksik olmaz hiçbir zaman…”
Çocuklar iyice abartıp ayaklarını uzatmaya başlamışlardı. Gören de topları arabanın altına kaçtı sanır. Kedileri arabanın altına kaçtı oysaki(!)
Karnıma ayakkabılarının uçlarıyla vuruyorlar, ‘çıksana lanet olası kedi!’ diye bağırıyorlardı.
Kimdi bu çocukları böyle iğrenç duygularla donatan? Nereden öğrenmişlerdi bu batıl inançları? Kurtuluş yoktu bu çocuklardan. Ayakları midemi delecekti sanki. Aradan bir yerden tüysem diye düşündüm ama arabanın çevresini donatmışlardı. Çıksam kim bilir neler yapacaklardı? Kedilerin başından okşayacakları yerde yaptıkları veletliğe bak sen şunların!
Biraz ilerledim yaşama içgüdüsüyle. Zar zor nefes alıp, önümü görebiliyordum tekmelerden. Üstümde bir boşluk vardı. Arabanın motoru olmalıydı. Aceleyle zıpladım. Bir demir parçasıydı üstünde durduğum. Koca bir oh çektim içimden. Tekmesiz hayat ne güzelmiş be!
Seslerini dinledim. “Nerede bu kara kedi!” “Yok oldu uğursuz şeytan!” Uğursuz şeytan mı? Yeter artık arkadaş! Hakaret hakaret nereye kadar! Çıkıp şunları bir güzel tırmıklayacaktım ki… Ama kendime hakim olmalıydım. Onların hiçbir suçu yoktu. Bunu anlamalıydım. Onlar duydukları uyguluyorlardı yalnızca. Biraz daha dinledim. Arabanın altına dikkatli dikkatli baktılar sanırım. Birinin tiz sesini duydum: “Korkup kaçtı herhalde …”
“Mahallemizden gitsin de, nereye giderse gitsin!”
Sonra sesler kesildi. Çocuklar gidiyordu sanırım. Oh be! Kurtulmuştum sonunda. Ama emin olmalıydım. Her şeyi yapabilirdi bu veletler.
Kafamı uzatıp tutunduğum demir parçasından aşağı bakacaktım ki; bir titreme hissettim. Sonra yer hareket etmeye başladı aniden. Deprem mi oluyordu yoksa! Hayır, araba, araba gidiyordu! Giderek daha da hızlanıyor, dönüşlerde savruluyordu. Başım dönmeye başladı. Daha sağlam bir yere tutunmalıydım. Yoksa düşüp mezarı boylayacaktım. Üstte bir şey gördüm. Siyah, tüp gibi. Ama üstünde durabileceğim bir yer vardı. Hızla çıktım. Çok sıcak olmaya başlamıştı. Tüylerim sırılsıklam oluyordu terden. Daha da, giderek daha fazla ısınıyordu motor. Her yandan cehennem sıcağı yoğun dalgalar halinde vuruyordu bedenime. Yanıyordum sanki. Ne yapacaktım bu kıyametin ortasında? Çabucak buradan inmeliydim. Atlardım daha iyiydi aşağıya! Ama o da ne! Hareket edemiyordum! Tüm vücudumun mayışmasından mıydı bu? Daha fazla direndim. Ellerim hareket edebiliyordu sadece biraz olsun. Sıkışmıştım. Lanet olası kader! Nasıl kurtulacaktım buradan? Gözyaşlarım acı miyavlamalarıma karışmış, bedenime vuran sıcaklığa su tutmaya çalıyordu. Yanacaktım! Üstten alttan, her yerden vuran aşırı baskı kemiklerimi zonklatıyordu. Ateşli metallerin arasında son gücümle haykırıyordum miyavlayarak. Katil motor, ecelin geliyor dercesine bağırıyordu. Beynim eriyip aşağı akıyordu kulaklarımdan sanki. Diken dikendi tüylerim ırmaktan akarmış gibi fışkıran terlerime karşı. Bir kedinin görüp görebileceği en büyük vahşeti yaşıyordum. Az sonra yaşamayacaktım da! Ölecektim. Öyle bir andı ki, ölmek tek kurtuluşum olmuştu. Yalvarıyordum ölmek için. Bu acı dayanılmazdı. Felaketti. Miyavlamalarım motorun sesini aşıyordu. Hiç böyle duymamıştım sesimi. Ne tiz, ne çığlık atan bir sesti bu! Ses tellerim erimeden, sonuna kadar bağıracaktım. Lakin umut tükeniyordu.
Birden araba durdu. Ama bu sadece motorun sesini durdurdu. Sıcaklık, sıkışmışlığın verdiği baskı son gücüyle devam ediyordu ve ben artık ölüm yoluna girmiştim.
Bir elin parmaklarını gördüm. Bir insan elinin. Bu arabanın sahibi olmalıydı. Demek miyavlamalarımı duymuş, motorda sıkışıp kaldığımı anlamıştı. Eli demin durduğum metale ancak gelebiliyordu. Son gücüyle uzanıyor olmalıydı. Yetmiyor be amca!
Miyavlamalarım kulaklarımı çınlatıyordu. Nefes alamıyordum. Göğüs kafesimi sıkıştırdığım araba parçaları vahşice eziyordu beni. Sıcaklık hala dinmemişti.
Artık iyice soluklaşan miyavlamalarım bir saniye durduğunda, araba sahibinin sesini duydum. İtfaiyeyi aramıştı. Onlara durumu bildiriyordu. Ah! İtfaiye cesedime yetişebilecek miydi? Evet, sadece cesedim kalırdı onlar gelene dek. Gözlerimi kapatmış. Kendimi ölüme bırakmıştım.
Gözlerimi açtığımda, kerpeten gibi bir alet burnuma değiyordu. Ellerimi kerpetene uzatmaya çalıştım. Olmuyordu. Ah, nasıl sıkıştım ben buraya böyle?
İtfaiyeci konuşuyordu sanırım:
“Olmuyor, çok fena sıkışmış. Çıkarırsak arabaya zarar veririz”
“Olmaz! Arabama zarar vermeyin!”
Tüh be sana küstah adam. Benim canım mı önemli, senin araban mı? Ölüyorum burada be!
“O zaman bir tamirci çağıralım. O gerekli parçaları söküp kediyi çıkarır, sonra da takar. Anladın mı?" “Tamam, öyle yapalım…”
Ben ölsem şimdi burada, bunlar bunun hesabını nasıl verecekler? Vicdan azabıyla yaşabilecek mi bu adam? Gerçi doğru, para vicdandan daha önemli. Ve candan da.
Sıcaklık azalmaya başlamıştı. Ama baskı nefes almamı zorluyordu. Çok sıkışıktım. Anlayamıyorum, neden girdiğim gibi kolayca çıkamıyordum ki? Ama doğru ya, girerken de kolay girmedim. Korkudan öyle bir sıvışmışım ki içeri, bedenimin hiçbir parçasını hareket ettiremiyorum. Kapkaranlık burası. En korkunç kabuslardan bile.
Az sonra, birbiri ardına sökülen parçalar ışığı yanıma getiriyordu. Üstümdeki baskıyı yapan son parçayı da kaldırdı tamirci. Göğsüm, bedenim büyük bir rahatlığa, ferahlığa kavuştu. Yumuşak eldiveniyle tuttu beni tamirci. Kaldırdı araba motorunun dışına; cehennemimin dışına. Başımı okşadı.
“Çok korkmuş yavrucak…” dedi acıyan gözlerle bana bakarak. Bir itfaiyeci yanında duruyordu:
“Kırık, çıkık var mı bir bakalım. Bir şey olduysa veterinere götürürüz”
Sonra havaya kaldırdı tamirci beni. Altıma, üstüme, her yerime baktılar, bacaklarımı yokladılar.
“Bir şeyi yok herhalde” dedi bir diğer adam yanımızdaki. Arabanın sahibiydi sanırım.
“Yine biz veterinere götürelim de…” dedi itfaiyeci. Kendimi biraz toplamıştım. Miyavlayarak zıpladım tamircinin ellerinden. Bu son miyavlama ona bir teşekkürdü. Çevreye toplanan birkaç kişi tutmaya çalıştı beni. Ama sıyrıldım ellerinden. Hala başım dönüyordu.
Bu o değil miydi? Yunus Emre’deki koca çınar ağacı. Demek burada duymuştu arabanın sahibi miyavlama seslerimi. Hayal miydi yoksa. Vücudumda kalan son enerjiyle, birden tırmandım koca çınara. Tutundum bir dalına sımsıkı. Cehennem arabanın motorunda olmadığımı bir kez daha kontrol ettikten sonra, kapattım gözlerimi bu yaşadıklarımın birer kabus olmuş olmasını dileyerek.
Demirhan Atilla
(Konuk Yazar)
-------- DEVAM EDECEK---------